Pages

18/04/2021

Bir skandalon olarak Dâhiyâne Aşk

 

18 Nisan 2021

 

'İmza-evi'ne girmek,

veya bir skandalon olarak Dâhiyâne Aşk

 

"Politik eylem için hangi araçlar seçilebilir? Ben sanatı seçtim."

Joseph Beuys'a katılmakla birlikte, Murathan Mungan'dan

 

"Bilir çünkü Doğu'da her sevdâ bir isyân olduğunu..."

 

sarsıcı dizesini de buraya koyuyorum. Kontrast olsun diye...

 

Love, amour, Liebe, aşk (aşık, maşûk, hâbib)... Bunlar eşit derecede siyasî eylem alanı (praxis) midir bilinmez, hepsinin illâ ki bir jenealojisi vardır. Lust, Geshmacht, plaisir, désir (assouvi ya da inassouvi); ama "sevdâ" melankoli zemininde, bir paysage ile visage'ın "solucan deliği", kara delik.

 

Bu konularda birşeyler bilen Novalis, "ilk öpücük felsefîdir" buyurmuştur. İlk-ilk öpücük siyasî bir karardır; özgür irade beyânıdır, en masum ve derin izler bırakacak, kök salacak bir siyasî eylem alanıdır. Ardından şiir, dans, müzik ve strateji, taktik, en çok da retorik gelir.

 

"Dünya evine girmek" güzel bir deyimimizdir;şüphesiz evlilik aşt'tan fazlasını talep eder, ve daha azını bulacaktır;ama yine de en siyasî karar anı'dır. "İmza-evi'ne girmek deyimi yoktur; onu ben uydurdum. Bence siyasî açıdan en felsefî olanı budur: İrâde devrinden fazlası: Fazla!

 

Ancak yaralıların  (çoğu zaman adı konulmamış, teşhis edilemez sosyal yaradır bu) aşık olabileceği de unutulmamalıdır: kimse kimseye durup dururken aşık olmaz; beğenebilir, sahip olmak veya denemek isteyebilir;ki o aşk değildir;aşk imza devrinin henüz düşünülmemiş, dolayımsız hâlidir.

 

Aşık (henüz) tarafı olmayan bağımsız (başka şeye bağımlı) gözlemci kişiler için, mesela medenî ama tarihsel bir müessese olan "koca soyadı almak" bir irâde devri gibi görülüp skandal konusu olur: ama aşk sadece bir skandalon, kopuş, sonuç, teslimiyettir; şâhid bulamazsa Tanrı'ya yönelir.

 

Hayvanlarda -kendini koruma içgüdüsü dışında- ölümlülük bilinci henüz yeterince gelişmediğinden aşık olamazlar; ama bağlanırlar, tercih ederler, boyun eğerler, bazen isyân edip oracıkta ölürler; insan aşkla beraber ölmeyi de öğrenmek ister: Aşk ve Ölüm, insanın iki büyük icâdıdır.

 

Sırası gelmişken şu dogmatizme de son vermek istiyorum: kul/insan yaradândan ötürü sevilmez; tam tersi aşk bizi aşkınsallığa taşır veya aşkınsallık ihtiyacı doğurur (her aşk kırık ve hüzünlü olduğundan onda sevdâ payı vardır); aşk bize aşkınlığı, ego’dan sıyrılmayı, bütünün parçası olmayı öğretir.

 

Aşk'ın sadece ego'dan değil de maşuk'tan da sıyrılma vakti geldiğinde bu zor bir aşamadır; ama operasyonun mantığına kayıtlıdır: orada politik eylem gerçekleşmiş ve başka bir merhaleye ulaşılmıştır (tersine dönüş yoktur):aşk'ın ontolojik olarak çoğul olduğunu kavramak çok güçtür.

 

Aşk insana mahsus ise, doğada yoktur, ama insan doğasına kayıtlıdır (tercih, düşünüm, dolayım, merhâle, süreç, son'a göğüs germe; mümkünse çocukların dolayımı);  yani sadece karşı cinse yönelmez: Sayısal olarak Tek, ontolojik olarak çoğuldur; farklı yaralara denk geldiğinden cinsiyetsizdir.

 

Aşkınlığa ulaşma kapısı olarak aşkın bir yolu yordamı ("outre que la voie royale qu'est le cœur d'amant.e") olmadığı için, aşk da tıpkı sanat gibi kuralsızdır: Doğa bazen maşuk aracılığıyla aşka ve aşık'a yeni kurallar verir, ve biz buna Kant'ı parodie ederek: Dâhiyâne Aşk  deriz.

 

Hâmiş : Hâliyle kendisinden izin almadan ve ona akrostik de olsa bir gizli ileti gönderip göndermediğimden emin olmak isteyen pek kıymetli nişânlım beni özelde neden böyle bir metin kaleme aldığıma dâir sorgulamakta ve ben de onu "siz müstesnâ bir ististâsınız" diyerek teskin etmekteyimdir.

 

*

 

Outre que la voie royale qu'est le cœur de l'amant.e

Outré de sensibleries qui m'empêchent de penser

En Chansônnades des sonnets bifurqués de tellurique

Présence, et un peu dans ses absences de délires

Chosifiant la présence fuyante, et la vie de danse

Miroitée de milles séquences!

 

Sédentaire en ses noyades corsaires

En vidange de luisance en Harpagon

Hexadécimal en incandescence, en lièvre

Capturé des nœuds somnambulesques

Des Safaradismes en courbe d'entrecroisements

Caille de mon effusion de sang, en sentinelle des vipères

Dans des viscérales concomitances diurnes…

 

17/04/2021

Râfizî Tecrübe (bir re-make)

 

Râfizî Tecrübe’nin bir re-make’i

 

Addenta/ İlâve: Frolayn hemşire "Ben sadece polisiye-cinayet romanları okurum dedi ; Ahmet Ümit mi ? dedim ; hayır tanınmamış yabancı yazarlar. Ben de tanınmamış, yabancı bir cinayet romanı yazarıyım…"

 

« Giriş: ''Edirnekapı surlarında  iki şarapçı yolumu kesti. Onlara, 'film çekmeye geldik, burada keşif  yapıyorum ekibin bir parçasıyım ve Ayvansaray’ın en güzel yalancısıyım alın size 50 ruble' dedim. Ama Tammuz sıcağında palto giyen şarapçı çoktan bıçağını bıçağını çekmişti.

-dur yapma agh!" » (osimadede)

*

I. Bölüm

Aylardan Tammuz idi, kovamızı rakımızı buzumuzu biraz da ardımızda kalan huzurumuzu alıp piknik yapmaya Ayvansaray surlarına gelmiştik; amacımız A. Ümit, T. Kiremitçi ve Perihan Maiden ablayla Manet'nin "canlı tablo" performansının re-make'ini yapmaktı; sonra paltolu iki adam belirdi.

 

Adamlardan biri Tuna Kuş'a diğeri Kavala'ya benziyordu, genç yaşta çökmüşlerdi besbelli; biri direk gelip yanımıza çöktü; havaya da ağır bir sidik ve leş kokusu; önce bizden şarap için buz isteyecekler sandım; cebimde hep Yeltsin döneminden kalma bir 50 ruble bulundururdum; biri ayaktaydı.

 

Osi karanlık maddenin başı çektiği film ekibi yolun aşağısında kamp kurmuş, bize canlı performans için gizli kamera yerleştirmişti; üstü açık bir Bizans zindanında korunakta gidiydik; Sarıyerli Maiden oldukça rahat, soyunmuş ve bize Ayuverda yapıp sandık cinayetini anlatıyordu; o sırada,

 

adamlar yıkık taş oyuktan içeri girince Maiden birden toparlandı; "canlı tablo" Manet pozunu aldı, ve kameraya baktı; biraz çekinmişti, flaş patladı, ve adam pis kokulu paltosunu çıplak omuzlarına koymak istedi; ben elimi uzattım, ve birden anamorfoz belirdi, elinde bıçak tarzı bir kurukafa…

 

Ümit olanlara ümitsizce bakıyor, Tuna da sessiz önüne bakıyordu; elim o an havada asılı kaldı, biri boğazıma bıçak dayamış gibi kaskatı kesildim; Maiden cesurca aniden kalktı ve adama bir tokat attı, adamın paltosu da düşünce çırılçıplak kaldı; bu bir pusuydu, herşey kusursuzdu.

 

Râfizî tecrübeyi bir zar atımıyla (Balta/zar) balkondan düşme denemesi ile gerçekleştiren bir ergen misâli, saatler önceden kurgulanmış sanki ecel çanları çalıyorken Maiden bir Bizans sarnıcında adamla boğuşurken filme alınmanın güvencesiyle, diğer figüranların boğuşmayı ayırmasını nâfile bekledik.




Ve sanki o Tammuz'da tarih tekerrür etti, faytonlara bindirildik, bir tahterâvan ile Genç Osman veya Cem Sultan zindanlarına sevk edildik; yaralarımızı pansuman için polis adayı, şehit kızı bir Frolayn hemşire tahsis edildi bize; boyunduruk altında istemediğimiz şeylere şahitlik ettik.

 

Yaralarımı iyileştirmesi için yanına gittiğim Frolayn Bacı hemşireye re-make'ten sahneler gösterip bu satırları başucumda okumasını istediğimde, gözleri dolu dolu olmuş ve bütün rimelleri akmıştı; "siz bir cinayet romancısısınız, size tüm kalbimle güveniyorum artık". Öptü ve gitti.

*

II. Bölüm

Hastabakıcı kılığına girmiş kalın paltolu adam tekrar belirdi bir mektup verdi ve kolunun altına sakladığı şarabından bir yudum çekti, uzaklaştı. Mektubu açtım, florasan ışıklar gözümü alıyordu. Güçlükle okudum: ''Osi karanlık madde elimizde''

 

Bandajlarımı ve damaryoluma bağlı bütün hortumları çektim göğüs kıllarıma eğreti tutturulan elektrik kablolarını kopardım. Hemşir’e 'geri döneceğim, makyajını tazele' notunu bırakıp, metrobüsle her şeyin başladığı noktaya gittim; yoldaşlara, Ayvansaray'a, surlara, karanlıkta koşanlara…

 

Müfettiş Dilipak ve antikacı Ş. Gürbüz ile Rafi’ye konum attım. 'Başım belada, Osi karanlık madde de ellerinde' hava kararmak üzereydi, sis iyiden iyiye bastırmıştı. Şarap şişelerinin arasında bir mikro kamera buldum. Görüntüler silinmişti ama ses kaydı duruyordu: 'Yanlış yerdesin Suadiye tren garına gel !'

 

Birden anladım ki bu bir kumpastı. Tuna ve Ümit kıskıs gülüşüyordu surların tepesinde. Kahkaha sesleri aklımı yararcasına saplanıyordu kulaklarıma. Kameralı adamlar raylı sistem üzerinde koşuşturmaya başladı. Beylik tabancamı çıkardım, karanlığa, raylara ve sis'e ateş açtım. Hâlâ kan sızdırıyordum…

 

Tuna ve Ümit sniperla vurmuştu beni. Hemen hedef küçülttüm ve  kendimi Hereke’ye giden bir hendeğe attım. Yönetmen bağırıyor, daha doğrusu zırlıyordu: “daha gerçekçi olun, damn; bu bir Bizans ayak oyunu!

Osi karanlık madde sislerin arasından belirdi kameralara sağ eliyle el salladı sol eliyle beni hendekten çıkardı. Yönetmen bu dostluk gösterisine köpürmüştü…

 

Osi karanlık madde role giremiyordu. Manet'in tablosu yerine dev bir kılıç balığı üzerinde alev almış bir genç kızın (küçük Eros da olabilir) portresini getirdiler. Osi’nin yüzü-gözü döndü; altıpatları çıkarıp Tuna ve Ümit'e ümitsizce kurşun yağdırıyordu. Müfettiş Dilipak ve antikacı Ş. Gürbüz ve Rafi desteğe geldiler, taraflar belirsiz oldu. Ama işte çatışma başlamıştı…

 

İçimizdeki bizanslıları püskürtmeyi başardık. Tuna ve Ümit olay yerinden sağ kaçmayı başardı. Bazılarımız yaralıydı, ama yönetmen Râfizî Rafi tüm bu müsâmerelere rağmen yaşamını yitirmişti. Olay (“canlı tablo”) taze idi, reji hâlâ sözleşmenin üstüne ağıt yakıyordu. Yönetmen koltuğuna minik Lenin geçirildi, kılıç balığı  üstünde kamçısıyla mükemmel bir iş çıkardı. Olaylar yatışınca hepimiz sırayla hemşireyle seviştik. O da biz de çok ağladık.

 

16/04/2021

ANAMORPHOSİS

 

ANAMORPHOSİS

(Someone’s her own philosophy)

 

Did you have any tried for "seeing" in meaningless any "free associated words to see what happens"? Just for(giveness)...for a "finality without finality" just for seeing-arrive, or for (understanding)a real fictional happening/being of history of humanity? Just for curiosity...

 

“Çocukken Florance hastanesinin arkasında top oynardık. Topumuz tellerden içeri kaçardı; güvenliği aşar sanki mahsene girmiş gibi topu alır çıkardık. Bi de bekçi köpeği salarlardı üzerimize, akşam olur uğultularla yıldızları takip edip eve dönerdik.” (Umut Özen)

 

Eski Jeremya (şimdi resmî adı "Yeni Vatan J.") hastanesinden çıkmıştım, üzerimde pijamalarım ve terliklerim vardı, ağır sayrıldım; Notre-Dame de Sion'un arka sokağına, Vatikan elçiliğine vardım (Harbiye,1993); bir duvarda şu sloganı gördüm ve oradan hızla kaçtım: "Sahurda Çan Çal!"

 

Oradan beni "La Paix"'ye (Lape) sevk ettiler;15 günlük istirahat verdiler; bit pire uyuz araması ve hortumla tazyikli su, akşam sabah yüksek voltaj; din'en nötr'düm, bahçede benim için ağlayan Meryen Ana heykeliyle konuşurken gördü beni genç bahçevan; çok dayak yedim; "Ste. Anne'a git!"

 

İyileşince viza başvurusunda bulunmak istedim, beni Pasteur Hastanesine sevk ettiler [yıkıldı rezidans yaptılar]; müşfik bir masör beni soydu, göğüs kafesime X-ışını verdi, bir etno-antropolog anüs çeperimi inceledi; annemin kızlık soyadı soruldu (hiç bilmiyordum ana tarafını); "geç!"

 

Bir gün güllâbici odunlarıyla dövülürken ve sevilirken Mazhar Osman geldi ziyaretime heyetiyle;"hâdi kalk hazırlan, sen gene iyisin; Taşkasap'a taşıyacaklar seni bir gecede, Hol-bein-vâri olacak kafatasın, imzanı anamorfozla atacaksın artık; seni Elçi tâyin ettik oraya Pr. Schreiber!"

 

« Mazhar! heykeli dik’ilmiş hastanelere türlü türlü. Staja nereye gitsem ya Paix’da ya Erenköy U-ruh sinirce, doktor emiceler 21. yüzyılda Elektirik ile şarj ediyorlardı beyinleri. Sinirce hastanesinde doktor sinir’lenin’ce Descartes göz kırpar, kalbe verilecek ceryan’ı kafaya verir. » (Umut Özen)

 

Cf. İzzet Yasar, "Balta-zar", 1999, Y.K.Y. , p. 30 (Bonitzer -d'-après Lacan), sur  "Hol bein" et "anamorphosis" comme signature (tableau d'"Ambassadors")...

Hol bein

*

« Sanırım 64 senesi idi aylardan kışın Şubat’ı. ENS’de Molière oynanan salonda Lacan sahnede. Elden ele bi kağıt dolaştırdı, sanırım Fransız horozu öttükten sonraki vakitler bir Çarşamba sabahı idi. Islak puronun zararlı olmadığı yıllar. » (Umut Özen)

 

Aylardan Eylül, kışlardan 1984 idi (bkz. F. Guattari, l'Hivers 1984), iki elimde ağır Malatya tahta bavulları (Cevâhir tarzı), karnım burnumda horoz'umla (Denizli eşrafından) Sorbonne'un loş koridorlarına vardığımda beni Blaise ile René karşıladı, yükümü aldılar; sevk, kayıt bürosuna!

 

Sonra hemen Lutesia Bahçelerine götürdüler beni, Romus &Romulus heykeli altından süt içtik, simit getirmiştim, yedik; heykeller uyudu, geç olmuştu, karınları toktu; kıl çadırımı çıkardım, altıma yaydım, sirenler seslenene kadar kerrat cetveli, algoritma ve gramer çalışıp flüt çaldım.

 

Kıtmîr katamaran oldu, o benim Golem'im oldu, beni Montparnasse14'e götürdü; ürktüm, ama sadece kovboy film çekim seti bu dediler; bir oda kiraladım (hepsi boş ve bedava idi), Corsaire'ler ve Bask'lar bi de silahlı Beyaz Ruslar vardı; hiç korkmazdım ben Kürdüm dedim, Cemiyete alındım. Ayaklarıma Fontainebleau kumu serpildi.

 

Bir gece evime döndüğümde evim yıkılıyordu, Kıtmîr bana doğru ve eve doğru seğirtiyordu; ev değil mahalle (Monparnasse mezârlık kesimi paftası) yıkılıyordu; ıslık çalarak uzaklaştım; "14-18'den sonraki en büyük yıkım" dedi, bir dişsiz kocakarı ve evine aldı: "Saint-Denis'ye git, kurtul!"

 

Dediği yere gittim; Katedral simsiyahtı fabrika dumanından; her yer veba idi; insanlar kaçışıyor, birbiriyle konuşmuyor, tahta panjurları açmıyor, sürekli bir enkaz ve yıkımdan kendilerini koruyor, metro bağlantıları ve polislerden uzak duruyorlardı; Kıtmîr, bitâp uyudu ve bir daha uyanmadı.

*

 

Evde bulamadığım kitabı bugün hastanede buldum (Someone’s her own philosophy –Wolf ?) ; genç yaşına rağmen aşırı makyajlı hemşirem kitapla ilgilendi ; biraz bahsedince yüzü düştü : » Ben sadece polisiye-cinayet romanları okurum dedi ; Ahmet Ümit mi ?dedim ; hayır tanınmamış yabancı yazarlar ». Ben de tanınmamış, yabancı bir cinayet romanı yazarıyım…

*

 

"Togliatti'nin  [ve Papa'nın 'tanrıtanımaz katolik' olduğundan] kısmak istediği sesi 16 yaşında bir  (2?,3?,5?,10?...) serseri tarafından sonsuza dek kesilmesinden az önce P. P. Pasolini Empirismo Eretico'da (Expérience Hérétique) toplanan yazılarını yazıyordu" -İzzet Yasar, "Balta-zar".


Yeni 'Aliquid' okuyorum, bazen çok 'Sorge'(ç) oluyorum; çünkü annem-babama soramayacağım, hatta kendime bile hiç sormadığım soruların cevapları her ne hikmetse hep hazır önüme düşüyor. Böyle medyuma aracı gerekmez; direk mesafe koyuyorum kendimle kendim arama; vesveseye kapılmıyorum.

*

 



3 cm lik yukardaki 1980 tarihli paçavrayı 40 yıl nasıl sakladığımı ne siz sorun ne ben cevaplayayım. Ama o desen üstüne kitaplar  ("Oğullarını hep aynı seksiyona gönderirlermiş") yazdım. Hayalimde hiç kaybolmadı; karantinada onu tekrar buldum çöplüğümde. Bunu anlatamam ki sevgilime...

12/04/2021

HATIRÂTIM’DIR

 

28 Mart 2021

HATIRÂTIM’DIR.

 

Beni şimdiye kadar sadece üç kişi sevmişti (ben pek sevmemiştim, açıkçası): "Ben", "Alt Ben", "Üst Ben". Üçüyle de geçinemedik, ve yolları ayırdık; ama bu kısa evlilikten üç çocuğumuz olduğu için hep bağlantıda kaldık; zaman zaman bir araya gelir haracı aramızda bölüşürüz. Mutlu aile.

 

Geçen gün hastanede yoğun bir şekilde Sitare Ağaoğlu'nu düşündüm [silinmez bir çocukluk anısı]; sonra,çok yıllar sonra onun adasını, koyunu fotoğraflamış bir arkadaşım olmuştu; arkadaşlarımın arkadaşlarının arkadaşlarım çıkması ne müthiş bir duygu; nefesi kesilir gibi oluyor insan.

 

Sonra Rüyamda Hârun'u gördüm; gene kırk yıllık arkadaşım (Melek yüzlü Şeytan); "Ran" şiiri oradan gelir, el altından kendisine gönderilmiştir (muhtemelen by Ufuk Üsterman in Paris); olay Hisar Kahve'de vûku bulmuştur; sonra bir Avusturyalı araştırmacı kadının evinde son rüyâya yatırılmışızdır.

 

Aslında şiir biraz saçmaydı ("Bej Tömbeki", kırılma şiiri de saçmaydı); "ran Hârun hâ ran..." şeklinde başlıyordu, ama besbelli üzerinde etkili olmuştu. Bir daha hiç görüşmedik.  On yıllar sonra, alakasız bir yerde, müşkül, bekliyor; "sizle tanışmış olabilir miyiz?" dedim: "Ben şiirinizim!"

 

Bir gün büyük zorluklarla  ("Ben Gemisi") ama neş'e ve umutla bir ülkeye gittim; ülke de insanları da güzeldi; her şey normal gibiydi; birden, ama yavaşça, dehşetle fark ettim ki -retoriksiz- bu ülkede insanlar aşka inanmıyorlardı: Kelime vardı, Şey yoktu. Ne yapacağımı şaşırdımdı.

 

Bir gün (herkese nâsip olmaz) bir Prima Donna ile tanıştım (tanıştırılmadık); gene tanıyamıyorum ama gözlerimi de alamıyorum; sonunda dayanamadım, önünde diz çöktüm. Kadın dedi ki benim sadece tek şarkım var o da "Sessiz Gemi", beni zor ayırdılar: O zaman ‘dil-evi’ne girdim: Serra Yılmaz.

 

Sonra Gezi olmuş, sol sinmiş, liselilere kalmış meydan, akademi korku içinde (tweet patlamış); ben şiir, piyano çalıyorum; arada da dostum Enis Emre'ye (başka kimse yok daha tanıdık tweeter'da) 146 karakterlik rubâiler yazıyorum ve şahsına gönderiyorum: Engelledi, arkadaşlığı kesti.

 

Şu yazıyı Thôt tanrısı icat etmeseydi, kesin gene ben icât edecektim ("harfleri ben icât ettim" demiştim size), kelimeleri de açıklamıştım. Şimdi ise, çocuk yapacağız artık nişanlımla; çünkü yazıyla ikâmeyle olmadığını anladık, direk Bezeugung'un 'zeugen'inden devam edeceğiz biz.

 

Velâkin solculuğun cehâletini anlatmaya kelimeler yetmez: güpur dantelli bir akademisyen ve Ender'le "Merdivenler"de içiyoruz (tabiî ki mekânları, dekorları, atmosferleri sezdirmeden hep ben ayarlarım): Kız demez mi karşıdaki orman ne: Topkapı Sarayı, Gülhâne! O zaman kaçtım ortamdan.

 

Kafası çalışan bir istisna vardı: Birol (büyük Kıvılcımlı, önderlik); şimdi buna Gezi'de nerdeydin diye sorsan gezideydim, seyahatte yakalandım der. Ama çocuk benle Langa yapmış, Kadırga yapmış, karanlığı da Aydınlığı da görmüş, Şark hizmetini Şark'ta tamamlamış, memleket evlâdıdır.

 

Bir gün şahsına (vûkudan on yıl sonra) 365 sayfalık roman yazdığım şahsı tesadüfen (bambaşka bir şehirde -onun şehriymiş meğerse) sokakta bir gece yarısı gördüm; gene birbirimize kenetlendik -arada 5 metre mesafe- ne o ileri gidebiliyor, ne ben ordularımı geri çekebiliyorum: Tanıyamadım.

 

Ve ben bunu tamamen unutmuşum; o ise gayet net hatırlıyor; bu ikinci karşılaşmayı tamamen silmişim; ilkinin idealitesi içinde akmışım aylarca, capcanlı yapmışım, egzotik ortamlarda dolaştırmışım: Sonra müşkül ve yalvararak telini bulmuşum, pat yüzüme vuruyor: "Sen beni tanımadın bile!"

 

Bunca günâhtan sonra, Büyük Kapatılmam öncesi bir panik atak esnasında kendime Suriyeli bir cellât tutmuşum, dil bilmediği için pazarlık kolay oldu; parasını peşin ödedim, ama yufka yürekli çıktı; beslendi ve beni öldürmeyi unutarak paramı çalıp kaçtı; helâl dedim, ve kapatıldım.

 

Ben sadece birkaç kitap okurum, okursam da yutarım (Ezekiel); bir gün Mikelangelo'nun "üçlükleri"ni çevirdim (Hayalet Gemi), ve onu "disciple" Ali Semizoğlu'na okudum (rahmetli); ("Çarçabuk ölmezsem eğer, bittim demektir" dizesi); adam "çarçabuk" öldü. Tanıyamadım bile yüzünü...

 

Ali m'a dit que: Ali ne m'a rien dit. Je parle, je parle et j'étouffes... Bir gün Hollandalı bir kadının sekreteri oldum; ucuz kırtasiye, getir-götür işleri, akşamları dans ederdik köprü üstlerinde, tomarla kumaşları aşağı sarkıtırdık, sirenler çalardı: Kadın her şeyime el koydu: Polaroid.

Cathy Hemmer, Collectionneuse d'objects susceptibles d'art (postbus 11309, 1001 GH, Amsterdam)

 

Şaka değil; önce Agnès Ka diye bir hanımla tanıştırıldım, o da beni çocukluk arkadaşı Claude Igrek hanımla tanıştırdı; sonra Zeta Jones geldi, bana sen ne Alfa erkeksin dedi, güldük o an; ama olanların farkına geç vardım. Alfabeyi silmişim gençliğimde, kelime-i dinme acılarım, Sen.

 

Sosyal medyada vakâ-ı adiyedendir; ama ya gerçek, reel bir arkadaşınızın sizi, şiirimsi bir yazışmada veya alıntılamada, bir gönderi veya iletide "Ahîr Zamanlar" şiirimsi dizenizi paylaştığınız için sizi kadın düşmanı ilan etmesi: ha Odette Saban? Kanserim deyince: "Ee nolmuş kızım da…"

 

 

Güvenli olmayan bir siteden yüksek miktarda şiir hizmeti almak için databazımı onlara açtığımdan bütün tweetlerime el kondu ve dünya kelime-i dimne piyasasına sunuldu; tüzel varlığıma son verildi, imzâm geçersizdir hâkim bey; masumiyet kârinesinden yararlanmak ve bu dünyada dolanmak talebim.