Pages

29/04/2020

Préparations de Noce à la Campagne







Dans notre (ma) culture, l'une des significations latentes du mot et du concept de la "noce" viendrait dire "retrouvaille à l'unisson" (Vuslat) qui n'est qu'une désignation de la mort (principalement, selon ses propres voeux, qu'il nous revient de "fêter", celle de Celaleddin Rumi -Mevlana). Et l'autre versant plus familial au départ du titre, renvoie bien-sûr à la conte de Kafka... Et en ce qui me concerne, la référence plus plausible est à mon dernier étape d'hospitalisation imminente, dont le film en constitue un "à-Dieu".
COMMUNAUTE DES VISIONNAIRES
Fictions autobiographiques,
l'histoire du présent et
analyses phénoménologiques de la vie quotidienne

Database/Ran le 23 Avril 2020

28/04/2020

Phénoménologie du Visionner


Qu’est-ce qu’une “analyse formelle” ou “préalable” pour un youtuber?

Ou

Aristote comme le phénoménologue par excellence du Youtube ou d’un autre support dit de “communication”, ou du “médium” en générale

 

“Le Cas Tacettin Ertuğrul”

 

Nos critères de choix de vissionner ou pas un produit, le resulta d’un travail dont nous jugeons la valeur d’abord par le nom propre du createur ou du distributeur, ses  compétences jugées ou préjugées par nous selon que nous le(s) connaissons ou pas, et selon le titre déclaré qui nous parait cohérent, ou interéssant pour le moment, par rapport à nos points d’intérêts  du moment, etc., peuvent être divers,

mais  aucun usager ne peut faire l’economie de quelques éléments “formels” d’analyse qui sont souvent et même toujours aussi “impersonnels” que “personnels”, comme  les “donnés des analytiques” de ladite chaîne, qui ne sont formellement que, par exemple,

 d’abord la corrélation postive ou negative entre le nombre de visionner et la date de publication ou la distribution, la manière dont nous nous sommes avertis de son existence,

par (le conseil vif, sincère ou pas d’) un ami, par un message privé ou publique du “produit” interessé, par (le nom propre de) son créateur ou par seulement (la communication du) le contenu qui est/ ou peut être aussi le “sujet” (principale, voire le seul sujet) d’un message, d’un opinion ou d’une approche dite spécifique par rapport au titre qui déclarerait d’emblée pour être intelligible ou interéssant un rapport entre un universel ou un concept plus ou moins connu (par l’usager) et un cas singulier, historique ou temporaire, donc un “accidentel”, etc.,

tout ce fonctionnement dite “catégorial” se mettrait en oeuvre, ne serait-ce que dans un laps du temps, avant même l’acte de prendre la décision de visionner ou pas,

et même pendant le temps qui s’écroulerait l’acte de vissionement, dont la durée variable et comme d’emblé et d’avance déterminé et déclaré formellement (7 min ou 55 min.) comme un contrat implicite signé par l’usager momentané et le distributeur ou le véritable “sujet” de l’oeuvre ou du produit,

tous ses donnés préliminaires ou préalable dont nous sommes sensibles plutôt à ceux–là qu’à ceux-ci, selon nos préférences soit “personnelles” soit objectivement (pré- / sur-) determinées,

accompagnerait en se ré-évoluant le temps de visionnement, en le sur-chargéant, comme l’acte ultime et finale de tous ces jugements ou pré-jugements qui se corrigéraient ou se sur-déterminéraient par un nombre indefini d’exponenciel qui se varie,

se nomme la lecture ou la comprehension d’un texte d’abord “visuel”

est la chose aussi surdéterminé, ou même plus qu’une simple lecture d’un –disons- “paper” académique ou pas,

 

se nommerait l’état de conscience phénoménologique dans le temps de télé-technologie, invariabement

pendant,

 avant

et même après

 une epidemie ou

 une succésion des epidémies

dont –selon- l’envergure se nomme la “pandemie” qui soit ou pas

pré- ou

sur-déterminé et

déteminant d’une telle lecture,

 

Est la chose, devenue, à la fois la plus simple et rapide et la plus compliquée, et d’avance décidée, jugée, classifiée, reçue ou pas réçue, rejetée, comprise ou peu comprise, auréôlée ou bannie, etc. selon les “likes” ou “unlikes”, etc., une thème phénoménologique toute fait neuve et la plus soumise aux lois ou les critères, catégoriales ou même inconscientes de ce que nous appelerions en générale le “jugement” dont les prémices, entre les quelques unes,  sont enumérées ici, voici dans le texte-ci là-dessus.

Bon visionnement maintenant à tout le monde…

 

Le titre singulier:

“Invité, Tacettin Ertuğrul (Turquie) : La pandémie, la vie et les télé-technologies”

Le titre générale:

“Philosopher en temps d'épidémie”

Catégorie:

“Actualité et Politique”

La Description du contenu:

“La pandémie nous a montré encore une fois que le monde était si fragile... La vie humaine reste toujours ouverte aux nouvelles médiations, mais à la destruction aussi. Elle peut être dite "pharmacographique". Ce serait cela, la vie d’un vivant singulier : l'écriture comme ouverture à l’autre, et donc l'inscription de la survie. Ainsi, malgré le confinement, l’autre est 'chez nous' grâce aux télé-technologies.”

La date de publication:

Le 20 Avril 2020

(soit 9 jours avant)

Le nombre de visionnement:

576

Est-ce une video virale?

Non, pandémique.

Autre question?

Non, c’est suffisant.

Alors, vous l’avez aimée ou pas?

Il l’est hors de question dans une analyse formelle, structurelle ou machinale.


 

 

 

19/04/2020

BİR SİNEMA FENOMENOLOJİSİ NASIL OLMALIDIR?



BİR SİNEMA FENOMENOLOJİSİ NASIL OLMALIDIR ?[1]


Ben sinemaya başladığımda emekleme dönemindeydi (ben değil, sinema, veya ikimiz de), yemedim yedirdim, pış pış büyüttüm, yürüttüm, şimdi palazlandı ve kartlaştı, millet 32 teklimi birden sit-com dizisi izliyor, ben hâlâ ilk göz ağrım « Chateauroux Treninin Lyon Garı’na Girişi » sahnesini izleyip üzerime üzerime gelen buharlı trenden korkup salonu terk ediyorum.

O uzun Karartma ve Karantina günlerinde, gece gündüz birbirine karışmış, sakal saç terden sırıksıklam, havaya girmek için peygamberler gibi yarı çıplak libaslara bürünüp evde aralıksız, bir ayin gibi Ben-Hur (Hur Oğlu’nu) izliyorum, hem de renklendirilmemiş, onarım görmemiş yırtık ve cızırtılı versiyonundan.

Sonra konu komşu toplaşıp (Gop’ta kapısı ya karısı ya da kendisi Alevî diye işaretlenmiş, naftalin kokan tek Beyaz Çarşaflı Ev sanki bizimkiymiş gibi) perdeleri sıkıca kapatıp esrarı çekerek (Andy Wahrol’un Kiss’ini izler gibi), F16’ların hava bombardımanı sırasında infilâk eden Şehir Hastaneleri’nden yükselen feryat seslerini duymamak için, Griffit’in « A Nation is born » (Bir Ulus Doğuyor) filmini Dziga Vertof’un Alıcılı Adam’ıyla (Homme au Caméra, Niemann tarafından müziklendirilmiş versiyonuyla) beraber bir ayin, dinî bir nümayiş, bir « Ergenekon’dan Çıkış » gibi izliyoruz.

Biz Sinema’yı Sessiz Çok Sevdik, Meliès ve Lumière kardeşler gibi evde film olmasa bile, mısır patlatıp Kaleideskop seyreder, karşımızdaki çıplak gösteren bir prizma icat ettiğini iddia eden arkadaşın odasında toplaşır, sonunda da biri kıç baş açınca Kaleideskopun göte giren bir şey olduğunu çakozlar ve tacizci evinden koşarak kaçar ama ailelerimize gene de birşey söylemezdik (zira o oyunun bir de rövanşı var; herkes diş geçirebildiğine, hayat zor bir oyun, vb.).

Sinema Karanlıkta Güzel : Zira sinema, çocuk için olsun yetişkin için olsun, anlamlarını bilsin bilmesin, bir tür Eflatun’un Mağarası, Efendimiz SAS’ın yolda gizlenmek zorunda kaldığı Kutsal Mağara, Eski Ahid’de geçmese de (Çünkü İsevi bir meseldir) Kuran’da ısrarla geçen Yedi Uyurların kaç yıl uyuduklarını tahmin etmeye çalıştığımız o Kıtmır (Casimir) Mağarası, gece gündüz erzaklarla tıkılı kalınan bir Londra Metrosu Sığınağı, bir Nene Hatun, Sütçü İmam, Geyikli Niyazi, Bir Dağ Eşkiyası Mağarasıdır.

Sinema Durduk Yerde Direniş’tir ; « Hayat Sevince Güzel » ve « Hayat Sevilince Sinema’ya Gidilir » lafını ironik bir şekilde uyduran Godard’a nazire veya kinâye, kendini Paris’te Tokyo Sarayı binasındaki Sinematek’e gece gündüz kapatan Wim Wenders’e nispet yaparcasına, sinema bir görünmez olma, bir şehir militanı varoluş tarzı, bir asalaklık, bir aylaklık, bir otuzbir ve saksafon yuvasıdır, arka localar er gazinosundan çıkıp ihtiyaç gidermeye gelen erlerle doludur.

Bir Gazozun Kırk Yıllık hatrı vardır lafı Taşra Sinemaları’nda çıkmış bir laftır, zira gazossuz ve leblebisiz seyredilemeyecek filmler vardır. Mardin otu sağ yanağında geviş getirmeden seyredilemez bazı filmler. İran Sineması İran’da değil Van’da izlenir, Şırnak’ta Vali Konağı karşısında yazlık sinemada izlenir, Jandarma gözetiminde izlenir, Teravih namazından çıkan ufak bir kalabalık gibi omuzlar düşük, hayaller yüksek profille o uzun ve sırtta taşınılan eve dönüş yolunda yıldızlara bakarak sinema izlenir ve eve gelinip ot kokusunda koyun koyuna (erkek erkeğe, kız kıza) yatılır.

Sinema Medeniyettir, bir Kışla, bir Tugay icadıdır, Batı’dan gelmiştir, Marlène Dietrich gibi ağır göz kapakları, manalı bakışları vardır ; bir Er Gazinosu, bir Bekâr Hamamı, bir Sokakta Kalan Adam havası vardır sinema salonlarının loşluğunda. İçeri ışık huzmesi girer, araya reklam almayan Verem-Savaş belgeselleri bile caydıramaz sigaralı izmaritli seyirleri, boş ekrana bakılıp çekirdek çıtlayarak medet umulur.

Sinema Umuttur, Sinema Şafak’tır, Sinema Gün Çentiklemek, Pazara mal getirmişken kamyonda güneş altında sıcakta bekleyeceğine serin salonda medeniyet görmektir, Sinema Taşra icadıdır, Tiyatro ise Şehir...

Sinemada Ağlanır : Sinema erkeklerin sosyal ortamda ağlayabildiği yegâne mekandır. Çocuk yaşında babasını kaybedip intikam yemini ettirilen oğlan çocukları cenazelerde asla ağlayamaz, sinemada elalemin karısına, kancığına, amcığına, maphuslusuna, hökemetlisine bile ağlanır. Sinema, İnsanlığın okuma yazma bilmeyen kesimine Humanities dersi verilen Sosyo-politik bir olgu ve bir Polit-Büro icadıdır. Sinema zorunlu olarak modern ve open-mind (açık fikirli) bir mekandır.

Sinema bir Altın Bilezik’tir: Erken evlendirilmiş kocalardan gizlice hasat parasından arttırılanı kasabada kuyumcuda yastık altı deposu için harcamak isteyen güzel ve alımlı ev kadınlarının yegane saç modeli, etek, tayyör, biçki dikiş, oturup kalkma, dans etme, vb. hasletlerini geliştirebileceği mekandır. Bu yüzden paralar atıl bir yatırım aracı olan altından ziyade giderek aktif, dinamik ve getirisi hemen yüksek bir meta olan Sinemaya kayar kasabalarda…

Sinema İçeriğinden Bağımsızca Her Zaman ve daha baştan Politiktir: Sinema Kadın ve Erkeğin aynı filmde buluştuğu ve ayrıldığı, aynı filmi beraber izleyebildiği ve hayallerinde aynı filmde sevişebilecekleri yegâne Şehvet Mekanı (Doğmakta olan Ulusların matrisi, döl yatağı), adeta ileri görüşlü kayzerlerin icâdı olan bir Roma Hamamı, bir Res Publicum (Cumhur-iyet), bir Senato, bir Gaya Jirga’dır (Efsanevî Afgan İhtiyarlar Meclisi).

Tamamen moral ve ahlakçı kalınarak, Modern dünyanın ikiyüzlülüğünde insanî bir demokrasi yanılsamasının üretildiği ve yeniden üretildiği yegâne Cumhur Sikişi (Khôra) mekanı tarihsel nedenlerden dolayı ve tarihsel (Ebediyette bir Gün ve Sen’dir tarihsel olan: yani Gerçek) olarak Sinema olmuştur.




[1] Bu metindeki belli göndermelerin müsebbibi teoride Ece Ayhan, Murathan Mungan, Frederico Fellini, İtalyan Yeni Gerçekçiliği, pratikte ise Yılmaz Güney, Üstün Barışta, İzzet Yasar,  Krustorami (Hüsrev), Yann Beauvais, Pip Chodorov, Marko,  Studio Cujas, E. N. Sup., ticarette ise Elhambra, Vezneciler, Azak, Fitaş, Emek, Harbiye ve Güneş (Ankara ve Aksaray’daki) Sineması işletmecileridir. Başta Onat Kutlar’ın yönettiği ve üyesi olduğum Sıraserviler Sinematek’i ve Müjde Ar olmak üzere, Eski Türkiye insanlarının hepsine teşekkürü borç bilirim.